16 Aralık 2013 Pazartesi

İSLAM 'DA HAT SANATI

İSLAM 'DA HAT SANATI 

    Arap harfleri  çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatıdır. Bu sanat Arap harflerinin 6.yüzyıl  ve 10.yüzyıl arasında geçirdiği bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Hat, Arapça çizgi demektir. 

HAT TÜRLERİ

    Hat sanatının  doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı vardır: Küfi, tevki, Sülüs, reyhani, Nesih, Rika. Bunlara sitte denir. Yazı türlerinden Küfi köşeli, nesih, sülüs, rika, tevki, tomar, muhakkak, gubarı ise yuvarlak hatlardır. Bölgelere göre hatlar mağribi , talik , Uzakdoğu  olarak ayrılabilir.

    Hat sanatı  veya kaligrafi yazı sistemleri ve yazı ögeleri kullanılarak geliştirilen, sıklıkla dekoratif amaçla kullanılan, bir görsel sanat türüdür.
    Bu sanat dalının çağdaş bir tanımı ise "işaretlere anlamlı, ahenkli ve hünerli bir şekilde biçim verilmesi sanatı" şeklindedir. Belirli bir yazı stiline yazı tipi, hat türü, el veya alfabe gibi tanımlanabilir.
     Farklı yazı sistemlerinde farklı şekillerde, farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış olan hat sanatı, özellikle matbaa öncesinde büyük önem arz etmiştir. Bugün tipografi sanatıyla ilişkilendirilebilecek hat sanatı sıklıkla yazı sistemlerine veya farklı hat kültürlerine göre sınıflandırılır:İslam hat sanatı (İslami kaligrafi),Arap Hat Sanatı (Arap kaligrafisi), Pers hat sanatı (Pers kaligrafisi), Japon hat sanatı(Japon kaligrafisi), Çin hat sanatı (Çin kaligrafisi),Batı hat sanatı(Batı kaligrafisi) gibi...
     Modern hat sanatı işlevsel el ile yazılmış betiklerden ve tasarımlardan işaretlerin soyut bir şekilde ifade edildiği ve bazen bu soyutsal ifadenin harflerin okuna bilirliğinin yerine geçtiği güzel sanat eserlerine kadar geniş bir yelpazededir. Klasik hat sanatı tipografiden  ve klasik olmayan yazı tiplerinden farklı olsa da bir hat sanatçısı bu alanların hepsinde eser verebilir; karakterler tarihsel bir şekilde disipline edilmiş olsalar da yazı anında doğaçlama bir şekilde oluşturulurlar, değişkendir
Hat sözcükte ''ince, uzun doğru yol, birçok noktanın birleşerek sıralanmasından oluşan çizgi, satır veya yazı'' gibi anlamlara karşılık gelen Arapça kökenli bir sözcüktür. Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel yazı (hüsnü'lhat, elhattu'lhasen) anlamlarında da kullanılmıştır.

   Hüsn-i hat; estetik ve geometrik kurallara bağlı kalarak, güzel yazı yazma sanatıdır. Ancak, genellikle İslam dinine has kutsal metinlerin yazımı için kullanılan bir tabirdir. Dinsel metinleri güzel yazma ve bunu öğretme yetkinliğine sahip sanatçıya hattat, bu sanata da hattatlık / Hüsn-i Hat denilmiştir.

    Hat, sözün veya ruhta gelişen fikir ve duyguların yazı aracılığı ile resmedilmesidir. Büyük matematikçi Öklid'in bir sözü bu fikri çok net ifade etmektedir: ''Hat, her ne kadar maddi aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir hendesedir."

    Hat sanatı; İslam'ın ilk dönemlerinden beri sürekli bir gelişim göstermiştir. Modern çağda geldiği noktadaki soyut anlatım gücü öylesine bir sanat düzeyine yükselmiştir ki; ünlü ressam Pablo Picasso, bir gün usta bir hattatın bir istifi karşısında "işte resim" diyerek, hayranlığını ifade etmiştir. Çünkü karşısında özgün ve somut figür etkileşiminden uzak, salt estetiğin ipucunu görmüştür.

    Hat sanatında temel olarak altı çeşit yazı stili vardır."Aklam-ı Sitte" veya "Ažeşkalem" denen bu stiller; "Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhani, Tevki ve Rika"dır. Yazıda bazı anatomik kuralların çizdiği sınırlarla ortaya çıkan bu stillerin mimarı Abbasi veziri İbn-i Mukle (886 - 940) olarak bilinse de, kendisinden bir eser elimize ulaşmamıştır. Ali b. Hilal (ölümü 1031), Mukle'nin özellikle eliflerinden etkilenerek, daha canlı ve kıvrak bir stil geliştirmiş, kendisinden sonraki hattatları üçyüz yıl boyunca etkilemiştir. Genel kanıya göre, Þeşkalem veya Aklâm-ı Sitte€anin gerçek yaratıcısı olan 13. Yüzyıl hattatı ünlü Yakut el Mustasımia€™dir (ölümü 1298).

     O dönemlerde Anadoluda kök salmaya başlamış olan Türk boylarında da sanat önemli yer tutmaya başlamış ve bu gelişimin meyveleri Fatih Sultan Mehmet devrinin büyük ustası Amasyalı Þeyh Hamdullah'ın çalışmalarıyla devşirilmiştir. Aklam-ı Sitte€™nin rötuşlanarak, yeni sanatsal prensipler edinmesini Aeyh Hamdullaha ve tabii onu destekleyen Fatih liderliğindeki ve özellikle sonrasında II. Bayezid Osmanlı Sarayının sanat politikasına borçluyuz. Fatihdan sonra tahta geçen II.Bayezid, eskiden beri irtibatta olduğu, hatta meşk ettiği hocası Þeyh Hamdullahı İstanbula çağırarak, hazineden Yakut yazıları üzerinde çalışmasına olanak sağlamıştır. Yazıya Osmanlı karakterinin kazandırılmasında bu çalışmalar en büyük paya sahiptir.

     Aklam-ı Sitte€™de Þeyh Hamdullah’dan sonraki en büyük atılım Hafız Osman Efendi ile olmuştur. Derviş Ali (ölümü 1678) ve Suyolcuzade Mustafa Eyyubi’den yazı meşkeden Hafız Osman Efendi, Þeyh Hamdullah€™ın üslubunu derinlemesine öğrenebilmek için Nefeszade İsmail Efendi€™den (ölümü 1678) de dersler aldı. Hocalarının vefatından sonra kendi üslubunu ortaya koyarak sanatını gittikçe geliştirmiştir.

      Hafız Osman'la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir. Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı sanatını benimsemişlerdir. Sultan III. Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasındadır. Taş basmasıyla çoğaltılan Kur'anlarla Hafız Osman'ın şöhreti bugün Uzakdoğu ülkelerine kadar bütün İslam coğrafyasına yayılmıştır.

      Sonrasında Mustafa Rakım ve Mehmet Esat Yesari, Kadıasker (Kazasker) Mustafa İzzet Efendi, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi, İsmail Hakkı Altunbezer, Kâmill Akdik, Neyzen Emin Yazıcı, Necmeddin Okyay, Mustafa Halim Özyazıcı, Macit Ayral, Rakım Efendi, Sami Efendi, Kemal Batanay, Hamit Aytaç, Emin Barın, Sadi Belger gelmiş geçmiş en büyük hattatlarımız arasında sayılabilirler. Günümüz sanatçıları, bu isimlerden veya onların talebelerinden icazet alarak gelmişler ve bayrağı hakkıyla taşımaktadırlar.

Aklâm-ı Sitenin dışında kullanılan diğer yazı türleri "Kafi, Rika, Divana, Siyakat" türleridir.
  


       Yazmak insanca bir eylemdir. İnsanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden biri de yazının icat edilmesidir. Fakat daha da önemlisi sürekli değişim ve gelişim halinde bulunan insanın yazıyı geliştirmesi ve sanatın yazı boyutunu tüm zenginliği ile ortaya koymasıdır belki de. Çünkü bizim kültürümüzde sanat “mutlak sanatkar”a ulaşma çabasıdır. Sanat,-Roger Garaudy’nin ifadesiyle- görünen ve bilinen güzellikleri kopya etmek değil, gözle görülemeyen “mutlak güzel”i arayış çabasıdır.
Her dönemde insan topluluklarının estetik anlayışları mevcuttu. Fakat Arapça asıl sanatsal boyutuna İslam’dan sonra kavuşmuştur diyebiliriz. Bu sebeple yazı sanatı denildiğinde “hüsn-ü Hat” akla gelmektedir. İslam’ın resim ve heykel gibi bazı sanat dallarına mesafeli yaklaşımı müslümanların değişik sanat alanlarına yönelmelerini sağlamıştır. İşte hat sanatının müslüman toplumlarda gelişmesinin en önemli sebebi budur. Hat sanatının gelişimini temel olarak şu sebeplere bağlamak mümkündür: Birincisi; İslam€™ın  –iyiliği emretmek, kötülüğü engellemek- ilkesi, ikincisi; “Allah güzeldir, güzeli sever” hadisinde ifadesini bulan estetik anlayışıdır.

       Kuran- ı Kerim in  vahyedildiği zamanlarda yazıya geçirilmesiyle başlayan yazıyla tebliğ metodu İslam€™ın coğrafi ve bilimsel olarak yayılmasına paralel bir gelişim göstermiştir. Kur€™an-ı Kerim €™in e el yazması olarak çoğaltılması, Kur€™an ilimlerine temel teşkil eden kaynak hadis ve fıkıh eserlerinin te’lif edilmesi, ilmi çalışmaların yaygınlaşması hat sanatının da gelişim sürecine paraleldir. İslam€™ın ilk yıllarında vahiy katiplerinin Kur’an ayetlerini yazıya geçirmelerini hat sanatının gelişim sürecine başlangıç olarak esas alabiliriz. Ancak hat sanatı asıl hünerlerini Osmanlı İmparatorluğu€™nun elinde, diğer sanat dallarının da zirvede olduğu dönemlerde ortaya koymuştur. €œKur€™an Mekkede nazil oldu, Mısır€™da okundu ve İstanbulada yazıldı” sözü boşuna değildir. Arapça, Osmanlı döneminden itibaren hatatlarımızın mahir parmaklarında en güzel formuna kavuşmuş, göz zevkine hitabeden bir estetiğe ve ruhlara işleyen bir derinliğe bürünmüştür.

Osmanlı Devletinin yükseliş döneminden itibaren sanatın hemen her dalında olduğu gibi hat sanatı alanında da muhteşem eserler verilmeye başlanmıştır. Bu dönemlerde en güzel camiler inşa edilmiş ve süslemeleri için de en güzel hat eserleri ortaya konulmuştur. Halen bu camiler İslam sanatının ve maneviyatının abideleri olarak dimdik ayakta durmaktadırlar. €œAllah lafzı ve €œMuhammed  ismiyle birlikte raşid halifeler ve cennetle müjdelenen on sahabenin isimleri hemen her caminin baş süslemelerini teşkil etmektedir. Bunlarla birlikte özellikle kubbe süslemelerinde daha çok €œayet-ül kürsi” ya da € Allah€™ın güzel isimleri kullanılır. Ayrıca duvar ve sütunlarda uygun yerlere Kur€™an-ı Kerim€™den kısa ayetler ya da ayet ve hadislerden parçalar işlenmiştir. Böylece ne kadar çok değişik camiye giderseniz, Allah lafzının, Muhammed isminin, ayet ve hadis metinlerinin o kadar değişik formunu görebilirsiniz. Bu yazılar kimi zaman sülüs biçiminde çıkar karşınıza, kimi zaman geometrik ve kufi olarak görürsünüz, bazen nefis bir divani yada hoş bir taa€™lik şeklinde nakşolur hafızanıza. Ama her birinde ayrı bir zevk yaşar, Cemal-A€™llah (Allah€™ın güzelliği)€™ın dünyaya yansımasını yalın bir şekilde görürsünüz. 

Tarih Satırlarında Hat Sanatı...

Hazret-i Muhammed'ten, Kur'an-ı Kerim'in toplanmasından sonra, İslam dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda katip yetişmiş, yazı da, doğal olarak büyük aşamalar göstererek mimarlık, bezeme ve musiki gibi önemli bir sanat kolu olmuştur. Başlangıçta "Ma'kıli" denilen basit ve düz çizgilerden oluşan yazıdan Hazreti Ali'nin "kufi" hattı bulduğu söylentiler arasında yer alır. Yazıların anası denilen kufi hat, birçok yazı türüne kaynak olmuştur. Altı kalem denilen ve Hat ve Hattan'da saptanan sıralamaya göre Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhani, Tevki ve Rikaa kalemleri ortaya çıkmıştır.

Sülüs ve Nesih yazılarının İbn-i Mukle (885-940) tarafından ortaya konduğu kabul edilir. Muhakkak ve Reyhani yazılarını bulup, kurallarını belirleyen hattat da, 11. yüzyılda yetişen İbn-i Bevvab adıyla tanınan Bağdatlı Ahmet İbnü'l Fazl'dır. Ta'lik yazıyı bulan ise kesin olarak bilinmemekle birlikte, değişik söylentiler yer alır. Hat ve Hattan'a göre ise, Hoca Ebu'l-Al'dir.
Abbasi halifelerinden Musta'sımıya (1299) gelinceye kadar kamış kalemin ağzı düz kesilirmiş. Yakut eğri keserek, Aklam-ı Sitte'yi kurallara bağlayıp, yazı sanatına yeni bir görünüş kazandırmış, diğer hattatlar ise onu izlemek durumunda kalmışlar.
Hat sanatı, Abbasilerden sonra Türklerin ve İranlıların elinde gelişmesini sürdürmüş. Büyük Selçuklulardan Anadolu Selçukluları’na uzanan süreçte hat sanatında kullanılan yazı türlerinde farklılık görülmemektedir. Bu dönemde kullanılan yazı türleri sülüs, nesih, muhakkak ve reyhani'dir. Mevlana Müzesi'nde sergilenen Ebulizz Ömer Bin Ali tarafından muhakkak ve reyhani hattıyla yazılmış olan Kur'an (1206) Selçuklu döneminin seçkin örneklerinden biridir.

Osmanlı hattının Türk zevkini yansıtan bir üslup olarak ortaya çıkması 15. yüzyıl sonlarını bulur. Dönemin ünlü hattatları Ahmet Ažemseddin Karahisari, Yakut el-Mustasımi ve hat sanatında yeni bir çığır açan, koyduğu kurallarla Ažeyh Üslubu denilen okulun oluşmasına neden olan isim Þeyh Hamdullah (1429-1520)'dır.
Osmanlı hat sanatında klasik üslub 17. yüzyılın ikinci yarısında, olgunlaşmaya başlarken, hat tarihinde yeni bir üslup, "Hafız Osman" (1642-1698), okulu olarak ortaya çıkar. Kitap ve murakkaların dışında, Aklamı sitte yazıları kitabe ve levhalarda da kullanılmış.
Normalden büyük yazılan bu yazılara celi yazı adı verilmekte. Celi yazı adı sadece, muhakkak, sülüs ve nesih için kullanılmakta. Bursa'da Ulu Camii ve Yeşil Camii yazıları, Osmanlı celisinin ilk habercisi sayılır. Celi yazının gelişmesi Ali bin Yahya Sofi ile başlamıştır. 19. yüzyılda celi yazıda iki okul adı geçer, Mustafa Rakım ve Mahmut Celalettin okulları. Aklamı sitte'nin dışında kalan talik yazı İranlılar tarafından bulunmuş, Anadolu'ya İran'lı İmad'ın talebesi Buharalı Derviş Abdi tarafından getirilmiştir. 19. yüzyıla kadar İran etkisinde olan talik yazı, Mehmet Efendi Yesari ve oğlu Yesarizade Mustafa İzzet Efendi tarafından Türk zevkinin katılmasıyla gelişmiştir.  Divan'da alınan kararların yazıldığı Divan yazı çeşidi, Türkler tarafından bulunan 15. yüzyılda Tacüddin adlı hattat tarafından geliştirilerek, 19. ve 20. yüzyılda en güzel örnekleri verilmiştir. Ferman, menşur, berat ve anlaşmalarda kullanılmış Celi divanı adlı bir yazı türü de satırlar arasında yer alır. Osmanlılar tarafından bulunan Rık'a yazısı 19. yüzyıl başından itibaren yaygın bir biçimde kullanılmış. Türklerin bu süsleme dalında sağladıkları gelişme "Kur'an Hicaz'da nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı" denmesine neden olacak kadar önemli bir yer tutar.

Bugün camilerimizde hat sanatınından örnekler görmekteyiz, ayrıca ev eşyalarında ve hatta artık davetiyelerde dahi bu yazı kullanılıyor. 




















4 Kasım 2013 Pazartesi

Hint veda toplumu ellora ve acanta mağaraları


Veda Edebiyatı dörde  ayrılmaktadır:  1 Samhitalar 2 Brahmanalar 3 Aranyakalar 4  Upanişadlar
1-Saṃhitalar:    Genelde mantralardan oluşur  Saṃhitalar; Ṛigveda, Yacurveda, Samaveda ve Atharvaveda olmak üzere dört tanedir.
En eskisi Ṛigveda, en yeni tarihlisi ise “Atharvaveda‟dır.
Bu kitapların en önemlisi, 1028 ilahi ve 10 kitaptan oluşan Ṛigveda  metinleridir. Ṛigveda’da adına ilahiler sunulmuş olan ya da adı geçen tanrılar, tanrıçalar ve aşağı yaratıklar, Hint mitolojisinin çekirdeğini oluşturur.
İlahileri “ṛshi”denilen ermişler meydana getirmiştir. Bize o zamanın kültür, inanç sistemi ve coğrafi durumu hakkında bilgi vermektedir. Bu ilahilerden; Ari ırkının İndus Nehri civarında yaşadıklarını, Arilerin Hindistan’ın yerlileri olan siyah derili Dasyularla çarpıştıklarını, sadece arpa ekiminden bahsedildiği için tarımın az da olsa önemli olduğunu, büyükbaş hayvan yetiştirdiklerini özellikle boğa, öküz, at beslediklerini ve inek sütünün başlıca besin olduğunu anlanır.
İlahilerde Güneş, Ay veya Ateş tanrısına değil, bizzat Güneş, Ay ve ateşin kendisine yakarılmış ve bu doğal fenomenler Ṛigveda’da mitolojik figürlere dönüşmüştür.
İlahilerde bu inançlardan harekerle pek çok tanrı ve tanrıça adı sayılmaktadır. Sūrya (Güneş), Soma (Ay), Agni (Ateş), Dyaus (Gökyüzü), Marutlar (Fırtına Tanrıları), Vāyu (Rüzğâr), Āpas (Su), Ushas (Şafak) ve Pṛthivī (Yeryüzü tanrıları) bu tanrılardan bazılarıdır.
Bunların yanısıra İndra, Varuṇa, Mitra, Aditi, Vishṇu, Aşvinler, Rudra gibi tanrı ve tanrıçalar da karşımıza çıkmaktadır. Burada dikkat çeken nokta, tanrılara verilen sıfatların sonradan yeni tanrılar doğurmasıdır.
Örneğin “savitar” (soluk veren,hayat veren), “vivasvat” (parlayan) sıfatları güneşe verilirken daha sonra her biri ayrı Güneş tanrısı olmuştur. Zamana ve kabilelere göre tanrılar da çeşitlilik göstermiştir. Bununla birlikte dönemlere göre ciddi anlamda değişimler yaşanmıştır.  Gök tanrısı Dyaus’un yerini aldığı iddia edilen ve Hintlilerin ulusal tanrısı olan İndra, Ṛigveda’nın oluştuğu dönemlerde halk savaşçı bir ulus olduğundan daha çok savaşçı yönüyle öne çıkan bir tanrı olmuştur. Daha sonra karakteri değişmiş ve gökyüzü tanrısı olarak karşımıza çıkmıştır. Savaş tanrısı ise önceleri İndra iken daha sonra Kārttikeya olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Vedik ilahileri oluşturan şairler bilinçli ya da bilinçsiz olarak büyük bir mitolojik sistem meydana getirmişlerdir
Yacurveda (Kurban Bilgisi); Siyah (Taittiriya Saṃhita) ve Beyaz (Vacasaneya Saṃhita) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İkisi arasındaki en büyük fark, birincisinde sadece dualar bulunduğu halde ikincisinde duaların yanı sıra kurban törenlerinin yapılışına dair bilgilerin de yer almasıdır.
Beyaz Yacurveda’da bahsedilen en ünlü kurban törenleri; Soma kurbanı, Racasuya (Kralın şöreve başlamasıyla yapılan tören), Aşvamedha (at kurbanı), Purushamedha (insan kurbanı) ve Sarvamedha yani her şeyin kurbanıdır.
Samaveda (Melodi Bilgisi): kurban törenleri sırasında okunan duaların seslendirilişini açıklayan kitaptır. Purāṇalarda 1000 tane olduğu belirtilmesine rağmen günümüze kadar ulaşan Samaveda koleksiyonlarının sayısı sadece üçtür.
Samaveda; Hint kurban, sihir ve melodi tarihini ve özellikle Hint müzik tarihini yansıtması açısından oldukça değerlidir.
Atharvaveda (Büyü Bilgisi): en son yazılmasına rağmen, mitolojik açıdan
önem sırasına göre, Rigveda’dan sonra gelmektedir. Bu kitapta mutluluk ve mutsuzluk veren büyü formülleri sıralanmaktadır. Yirmi kitap ve yedi yüz otuz bir ilahiden oluşmaktadır ve eserin yedide biri Rigveda’dan alıntıdır
2- Brahmanlar (Din Adamları.) Bunlar kurban törenleri ile ilgili metinlerdir. Bu eserlerde tanrılar yerine, eskiden pek önemi olmayan Pracapati (tanrıların ve ifritlerin babası) yüceltilmektedir. Onun yerini ise daha sonra edebiyatta Brahma almaktadır.
Rigveda’dan tanıdığımız ve eski olarak nitelendirdiğimiz tanrılar aynen Yacurveda, Atharvaveda ve Brahmanalar’da da görülmektedir
Ancak önceleri ikinci planda görülen tanrılar bu ayin edebiyatında birinci plana geçmişlerdir. Bununla birlikte en büyük önem, tanrıların (devalar) ve ifritlerin (asuralar) babası olarak görülen ve “Yaratıkların Efendisi” olarak nitelendirilen Pracapati’ye verilmektedir.
Rigveda’da tanrılar ile ifritler arasında sürekli bir savaş vardır ve tanrılar sadece kendilerine güvenirler. Ancak Brahmanalarda tanrıların başarılı olması için kurban sunmaları gerekmektedir.
Dolayısıyla bu dönem edebiyatında kurban ön plana çıkmaktadır.
Aranyakalar ve Upanishadlar
Brahmanalar’a ek olarak yazılan, ana konusu kurban sembolcülüğü, mistisizmi ile Brahman felsefesi olan ve orman çilekeşleri tarafından oluşturulan Orman Metinleri anlamındaki Aranyakalar’dır. Bu orman metinleri orman çilekeşlerinin üzerinde çalıştığı Vedaların geçerlilik kazanan kısımları haline gelmiştir.
Upanishad sözcüğü “bir kimsenin yakınına oturmak, dizinin dibine oturmak” eyleminden türetilmiştir ve bu ifade ile öğrencinin hocasının yanına oturup, ondan gizli bilgileri alması anlatılmaya çalışılmıştır.
Upanishadlar, Vedalar’ın gerçeklik hakkındaki düşünceleri içeren, felsefe açısından zengin sonuç bölümleridir.
Upanishadlar “en yüksek hakikatin öğretisi ”diye görüldüğü için çok az sayıda seçkin öğrencilere aktarılmış ve bu bilgilerin gizli olduğu ve herkese öğretilmemesi gerektiği vurgulanmış. Buna bağlı olarak da Upanishada gizli öğreti anlamı da yüklenmiştir.
Eski Hintlilerin yaşamı ve ölümü, ölümden sonrasını, tanrıyı ve evreni açıklamaya çalıştıkları ve bununla birlikte birçok soruna el attıkları felsefe ve teoloji metinleri olan Upanishadlar; tanrı, tanrının doğası, evren, yaşam, ölüm, ölümden sonrası, yeniden doğuş ve kurtuluş konularında bilgiler içermekte ve bunun yanında Upanishadlar‘da,Veda tanrılarına sunulmuş ilahilerin ve Brahmanaların kurbancılığının izleri de bulunmaktadır.
Vedaların son bölümleri olan Upanishadlar’a “Vedanta” da denilmektedir. Vedanta Sanskritçe’de “son” ya da “Veda’nın sonu” anlamına gelmektedir. Vedanta öğretisi de bir tür Upanishad yorumudur.
Upanishadlar; Vedanta öğretilerini açıklayan metinler, yogayı öğreten metinler, çileci yaşamı, Vishnu’yu ve Şiva’yı öven metinler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu metinler genellikle düzyazı, düzyazı - şiir karışımı ve kısmen de epik dörtlükler halinde oluşturulmuştur.
Upanishadlar‘ın en eskisi M.Ö. VIII. yüzyılda derlenmiştir yani ortaya çıkış tarihi M.Ö. 600’lerdir ki Buddhizmin ortaya çıkış ve yükseliş döneminden hemen önceye denk gelmektedir.
Derlenen en yeni Upanishadlar ise Buddhacılık sonrası döneme aittir.
Sayıları bugün tartışmalıdır ancak genellikle 108 tane Upanishad olduğu kabul edilmektedir. Fakat bazı yerlerde Vedalara bağlı olmayanlarla birlikte iki yüzden fazla oldukları iddia edilmektedir
Vedalar tek bir kişinin çalışması değildir ve ermişler tarafından öğrencilere bilgilerin aktarılması ile oluşturulmuştur. Dolayısıyla sözlü olarak nesilden nesile aktarıldığı için günümüze sorunsuz bir şekilde gelmesi ve kendi aralarında tutarlı olması beklenmemelidir.   



                                             ELLORA VE AJANTA MAĞARALARI

















18 Ekim 2013 Cuma

              ANADOLU UYGARLIĞI 

 Anadolu, göç ve ticaret yollarının üzerinde bulunması , Asya ile Avrupa ' yı birbirine bağlaması ,toprakların verimli olması ve ikliminin insan yaşamına uygun olması gibi nedenlerden dolayı birçok kültüre yurt olmuştur. Kültürel etkileşim Anadolu uygarlığının gelişimini hızlandırmıştır.  

   Hattiler                                                                                                                 

     MÖ. 2500 - MÖ. 1700 yılları arasında Anadolu'da büyük bir uygarlık oluşturmuşlardır.Yapılan araştırmalar Hititlerin kültür ve inanç bakımından Hattilerden oldukça etkilendiklerini ortaya koymuşlardır.  Hatti kültürüne ait en önemli eserler Alacahöyük' te bulunmaktadır. 1935 de Atatürk ün himayesinde başlayan kazılar sonucu bugün Anadolu medeniyetler müzesinde sergilenen güneş kursları ,altın kupalar ,heykelcikler gibi bir çok eser ortaya çıkmıştır.  Hattilere ait süsleme ve bezeme şekillerinin Anadolu nun birçok yerinde görülmesi  bu uygarlığın ne kadar yayılmış olduğunu göstermektedir  Hatti halkı, hayvan biçimli Tanrı kültürü gelişmiş,özelliklede boğa önemli bir simge olmuştur. Hattiler Hititlerle kaynaşmış, Hatti kültürü, Hitit kültürü içinde yaşamaya devam etmiştir.                                                                                                                                                    

  Hititler (MÖ.. 1700-MÖ.700)

  Hititler, MÖ. 2000 yılı başlarında Kafkaslardan Orta Anadolu ya gelerek Kızılırmak boylarına yerleşmişler, MÖ.1400 yıllarında imparatorluk haline gelmişlerdir. Başkentleri Hattuşaş tır. Hatuşaş, Anadolu da doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusunda işleyen yolların kesiştiği bir nokta- da bulunmaktadır. Böylece Anadolu nun büyük bir kısmı kontrol altında tutulabilmişlerdir. Hititlerin merkeziyetçi politikaları buraya ulaşan yolların işlek olmasını , yollar üzerinde de çeşitli yerleşmelerin kurulmasını sağlamıştır. Bu dönemin en önemli siyasi gelişmesi Hititler ile Mısırlılar arasında yapılan Kadeş Anlaşması dır(MÖ.1280 )
   MÖ. 1200 lerde Ege göçleri ile batıdan gelen kavimlerinin Hitit Devleti ni yıkması sonucunda Güneydoğu Anadolu da Hitit şehir devletleri kurulmuş ve bu dönemin tarihçiler ''Genç Hitit Şehir Devletleri Dönemi '' olarak adlandırmışlardır. MÖ. 700 yıllarında önce Asurlulara bağlanan bu şehir devletleri daha sonra Perslerin hakimiyetine girmiştir. 
  
   Başlangıçta  Hitit Krallığı, feodal beyliklerden oluşmuştur. Daha sonraları merkezi krallık güçlenerek eyaletlere merkezden valiler atanmıştır. Krallara yerine göre başkomutan ,başyargıç ve başrahipti. Hititlerin ilk döneminde kralın yetkileri soylulardan oluşan Pankuş meclisi  tarafından sınırlandırılmıştır. Ancak imparatorluk döneminde Pankuş meclisinin yetkilileri azalırken kralın yetkileri artmıştır. 
    Devlet yönetiminde kraldan sonra en yetkili kişi 'Tavananna' adı verilen kraliçeydi. Tavananna, dini törenlere başkanlık yapar, kral savaşa gittiğinde ülkeyi yönetirdi. Hititlerde kralın buyruklarına karşı gelmek , devlete başkaldırmak büyük suç sayılmıştır ve ölümle cezalandırılmıştır. Hititlerdeki sosyal yapıda en üst sınıfı kral ve ailesi oluşturmuştur. Bu sosyal yapıtan asislerden başka rahipler, sanatçılar ,askerler ,memurlar ve köleler gibi sınıflar da yer almıştır. 
     Hitit sanatı ,Mezopotamya sanatının etkisinde gelişmiştir. Heykelcilik ve kabartmacılık gelişen başlıca sanat dallarıdır. Yazılıkaya ve İvriz kabartmaları Hitit sanatının en önemli örnekleridir. 
    Anadolu ya  yazıyı Asurlular getirmiştir. Hititler Asurlulardan aldıkları çivi yazısıyla beraber kendilerine ait olan hiyeroglif yazısınıda kullanmışlardır. Hititlerden kalan en önemli yazılı eserler anallardır. Anallar kral tarafından tanrıya hesap vermek için yazılan yıllıklardır. 
     Hititler mezopotamya dan aldıkları kanunlara eklemeler ve düzeltmeler yaparak Anadolu daki ilk kanunları oluşturmuşlardır .Medeni hukuk ve ceza hukuku büyük gelişme göstermiştir. Hitit kanunları ,hür vatandaşlara olduğu kadar kölelere de mülkiyet hakkı tanımıştır. 
   Hititler döneminde Anadolu da çok tanrılı bir din anlayışı hakimdi. Hititler çevre kültürlerin tanrılarına da inanmışlardır. Bu nedenlerle Anadolu için ''Bin Tanrı İli'' denilmiştir. 
  İyonyalılar

  Tarihte  İyonya İzmir ile Büyük Menderes Nehri arasındaki bölgeye verilen addır. Dorların baskısı sonucunda Akaların bir kısmı Yunanistan dan Batı Anadolu ya göç etmişler ve burada şehir devletleri kurmuşlardır. Bu şehir devletleri arasında siyasal birlik sağlanamamıştır. İyon şehir devletleri arasında en tanınmışları Efes, Milet ,Foça ve İzmir (Smyrna) dır .
   İyonyalılar özgür düşüncenin ve pozitif bilimlerin öncüsü olmaları yönüyle  önem taşırlar . Felsefe ,matematik ve tıp bilimlerinin temeli İyonya da atılmıştır. İyonyalılar ,saray ve tapınak mimarisinde gelişmişlerdir .

   Urarturlar (MÖ 900 -MÖ 600)

  Urartu devleti doğu anadoluda asya kökenli Hurriler tarafından kurulmuştur. Urartuların merkezi Tuşpa (Van) dır. 
   Savaşçı bir toplum olan urartular maden işlemeciliği kaya oymacılığı kabartma sanatı resim gibi sanat dallarında ileri bir düzeydeydi. Urartuların en önemli ekonomik etkinliği hayvancılıktı. doğu anadoluda van gölü çevresinde ileri bir uygarlık kuran urartular kaleler su kanalları ve su bentleri yapılmıştır. hatta günümüzde bile varlığını koruyan gelişmiş bir sulama ve şehir içme suyu sistemi kurmuşlardır. 

                       VAN KALESİ 

Frigyalılar ( MÖ. 800-MÖ.676)


  Frigler ilk siyasi birliklerini MÖ. 750 li yıllarda kurmuşlardır. Friglerin bilinen ilk kralı Gordios tur. Ülkenin  başkenti Gordion ,adını Kral Gordios tan almıştır. 

    Frigler çiftçilik ve hayvancılıkla ugraşmışlar ,tarımı korumak ve geliştirmek için özel kanunlar ve kurallar koymuşlardır. Yapılan kanunlarda tarımla ilgili ağır cezalar öngörülmüştür. Bu kanunlara göre,öküz kesenin ya da saban kıranın cezası ölümdür.         

   Friglerin yazı sistemi ve dilleri tam olarak çözülememiştir .Ancak Frig dilinin Hint -Avrupa kökenli olduğu tahmin edilmektedir. Frig edebiyatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Fakat ilk hayvan hikayelerinin (fabl) kaynağı olarak kabul etmişlerdir.
        Frig sanatının ve mimarisinin en önemli örnekleri Gordion Midas şehirlerindeki kayalar içine oyulmuş sığınaklardır. Frigler ,evlerini dikdörtgen biçiminde yapmışlar ,temellerinde taş, üst kısımlarında kerpiç kullanmışlardır. Üzerinde hayvan figürleri olan çanak ,çömlekler yapmışlardır. Maden işçiliğinde, ağaç oymacılığında nakış işlemeciliğinde dokumacılıkta ileri gitmişlerdir.
     Lidyalılar (MÖ 687-MÖ 546)

    Lidyalılar MÖ. 1200 lerde Anadolu ya gelmişlerdir. Gediz ve Küçük Menderes vadileri arasında kalan bölgede yaşamışlardır. Devlet merkezi SARDES (Sard) şehridir. 
        Pers saldırılarına dayanamayan Lidya devleti MÖ 546 yılında yıkılmıştır. Ticaret faaliyetleriyle zenginleşen Lidyalılar Anadolu da ücretli askerlik sistemine dayalı bir ordu kurmuşlardır. lidya ordusu istenilen düzeyde teşkilatlanamadığından askeri açıdan yetersiz kalmıştır. Bu durum Lidyalıların yıkılmasında etkili olmuştur .
    Lidya devleti feodal bir sisteme dayanmıştır. Kralın yanında tüccar ve toprak sahiplerinden oluşan seçkin bir zümre vardır. Kırsal alandaki halk ,büyük toprak sahiplerinin arazilerinde ücretsiz olarak çalışmıştır.  
   Kara ticaretine büyük önem veren Lidyalılar ,Sardes ten başlayarak Mezopotamya  ya kadar uzanan Kral Yolu nu yapmışlardır. Kral Yolu üzerinden yapılan ticaret sayesinde Doğu ile Batı kültürleri arasında etkileşim artmıştır .
   Lidyalılar MÖ VII. yüzyılda mal  takasına dayalı ekonomiden paraya dayalı ekonomiye geçişi sağlamışlardır. Uygarlık tarihine yaptıkları en önemli katkı tarihte ilk defa parayı kullanmalarıdır. Bunun sonucunda ticarette kolaylık ve akıcılık sağlanmıştır.